Bundan tam on bir sene sonra şehrin tarihi dokusuna zarar gelmesin düşüncesiyle, kurşun bile atmadan şehri İngilizlere teslim ederek geri çekildik.
Yavuz Sultan Selim'in 1516 Mısır Seferi'nde fethedip Anadolu'nun yiğit evlatlarına emanet ettiği kutsal beldede, emîn içerisinde geçilen dört yüz bir senenin ardından şanlı Türk bayrağı gönderden indirildi.
“Filistin ve Suriye'yi böyle acı bir keşmekeş halinde bırakmaktan doğan hüzün ve elem tesiriyle hüngür hüngür ağlayarak 12 Aralık 1917'de İstanbul'a hareket ettim. (Cemal Paşa)
Bu hazin tablonun baş mimarlarından Mekke Şerifi Hüseyin ve avaneleri sevinç çığlıkları atıyorlardı.
İngilizler tarafından Şerif Hüseyin'e vadedilen Arap Krallığı'nın heyecanı ile çıktığı bir Cuma Hutbesi'nde, hezeyan içinde ağzından dökülen cümlelerin tarihe düştüğü not, vatanına ihanet eden herkes için olduğu gibi ilahi vicdanda hoş karşılanmamış olmalı ki ne kendisi ne oğlu ne de torunu olan Kral Abdullah ülkesinde bile can veremedi. Ne ibretlik bir son.
"Kafir Türkleri buradan kovduk" diyebilecek kadar gözü dönmüş bu hainin, 1916'da yayınladığı ‘‘isyan’’ ve ‘‘cihad’’ bildirisini düşündüm.
Surre Alayları ve Hicaz Demiryolu'nun Ecyad Kalesi ile ilgisiyle alakalı olarak ve biraz da içim burkularak bu yazıyı kaleme alma gereğini hissettim.
Tarihi kayıtlardan okuduğumuz kadarıyla adına Surre Alayları denilen, İstanbul'dan törenle uğurlanılan bu kervan; önde altın ve mücevherler taşıyan develer, arkasında türlü hediye ve armağanlarla bir katar halinde yol boyunca kutsal beldelere hediyesi olanların katkısıyla da büyüyerek ilerlerdi.
“Filistin ve Suriye'yi böyle acı bir keşmekeş halinde bırakmaktan doğan hüzün ve elem tesiriyle hüngür hüngür ağlayarak 12 Aralık 1917'de İstanbul'a hareket ettim. (Cemal Paşa)
Bu hazin tablonun baş mimarlarından Mekke Şerifi Hüseyin ve avaneleri sevinç çığlıkları atıyorlardı.
İngilizler tarafından Şerif Hüseyin'e vadedilen Arap Krallığı'nın heyecanı ile çıktığı bir Cuma Hutbesi'nde, hezeyan içinde ağzından dökülen cümlelerin tarihe düştüğü not, vatanına ihanet eden herkes için olduğu gibi ilahi vicdanda hoş karşılanmamış olmalı ki ne kendisi ne oğlu ne de torunu olan Kral Abdullah ülkesinde bile can veremedi. Ne ibretlik bir son.
"Kafir Türkleri buradan kovduk" diyebilecek kadar gözü dönmüş bu hainin, 1916'da yayınladığı ‘‘isyan’’ ve ‘‘cihad’’ bildirisini düşündüm.
Surre Alayları ve Hicaz Demiryolu'nun Ecyad Kalesi ile ilgisiyle alakalı olarak ve biraz da içim burkularak bu yazıyı kaleme alma gereğini hissettim.
Tarihi kayıtlardan okuduğumuz kadarıyla adına Surre Alayları denilen, İstanbul'dan törenle uğurlanılan bu kervan; önde altın ve mücevherler taşıyan develer, arkasında türlü hediye ve armağanlarla bir katar halinde yol boyunca kutsal beldelere hediyesi olanların katkısıyla da büyüyerek ilerlerdi.
Bir tarafta; Osmanlılar zamanında ilki 1413 ve sonuncusu 1915 yılında gönderildiği anlaşılan ve beş yüz sene devam ettirilen bu nahif gelenek, diğer tarafta Şerif Hüseyin'in hadsiz benzetimi...
Hicaz Demiryolu elli günlük hac yolunu beş güne indirecek olan ve bölge için hayati önem taşıyan bir projeydi. Cidde evkaf müdürü olan İzzet Efendi tarafından padişahlık makamına sunulan raporda bu gereklilik arz ediliyordu.
Sultan II. Abdülhamid tarafından yayınlanan bir irade ile 1900 yılında başlatılan projeye Hindistan'dan, Güney Afrika'ya kadar uzanan birçok coğrafyadan Müslümanlar destek verdiler. İlk bağış 50.000 lira ile Sultan II. Abdülhamit'ten geldi.
1750 km'lik hattın yapımı sekiz yıl sürdü ve padişah tarafından açıldı.
İşin hazin yanı şu ki savaş yıllarında bile dişinden tırnağından arttırdığı bütçeler ve yardımlarla Surre Alayları tertip edip, Hicaz Demiryolu'nu yaptıran bu aziz Türk milleti hak ettiği saygıyı bölgede hiçbir zaman göremedi.
Şu konuya da dikkat çekmek isterim ki Sultan II. Abdülhamid; Hicaz Demiryolları'nın Medine bölümünün inşası sırasında, Hz. Muhammed'in şahsına hürmet için gürültü ve titreşimin önüne geçilecek çalışmalar yapılmasını istemişti.
Medine'nin şehir merkezine kadar raylara keçe döşetti ve trenin raylar üzerinden geçmesi ile çıkacak sesleri engelletti. Şu inceliğe bakar mısınız? Gerçekten üzerine diyecek laf bulamıyorum.
Bu nahif düşüncenin sonucunda ise vatandaş ve din kardeşi olarak senelerce bağrımıza bastığımız, aynı coğrafyanın kandırılmış insanları olan isyancı Arapların ihaneti ve hüsran...
Türk askerlerini şehit ederek başlarını İngilizlere satacak kadar ihanet...
Hicaz Demiryolu'nun raylarını söküp altın ve para karşılığı İngilizlere satacak kadar ihanet.
Bu ihanetlerin karşılığında Türk milletinin muhlis ve munis tavrı ve dağlar gibi hüsranı...
Peki aradan geçen yüz küsur yılda neler değişti dersek, pek bir şey değişmedi diyebiliriz.
İngilizlerin kışkırtarak isyana teşvik ettikleri Şerif Hüseyin, küçük bir toprak parçası olan Ürdün ile avunmak zorunda kaldı.
İngilizler ise petrol rüyası eşliğinde cetvelle çizdikleri Arap sınırlarında, diğer emperyal devletlerle birlikte hakimiyetlerini sürdürüyor.
Aynı ve benzer devletler yüz seneyi aşkın süredir Türkiye aleyhine faaliyetlerine devam etmekteler.
İngilizlerin Şerif Hüseyin yerine tercih ederek yetkilendirdikleri Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz İbn Suıd'un beşinci veliahtı olan Kral Fahd bin Abdülaziz ise Kâbe'nin asi kabilelerden ve bedevilerden savunmasına yardımcı olmak üzere Türkler tarafından yapılmış, I. Dünya Savaşı'nda Türk Garnizonu olarak kullanılan Ecyad Kalesi'ni Türk ve dünya kamuoyunun karşı çıkmasına karşılık yıktırdı.
Kalenin yıkılmasıyla Mekke'deki 500 yıllık Türk hakimiyetinden geriye Sultan Abdülaziz ve II. Abdülhamid tarafından Kabe'nin etrafında inşa edilen revaklar dışında eser kalmadı.
İşte bu yüzdendir ki aradan geçen yıllarda pek bir şey değişmedi.
Bir buçuk milyarı bulan İslam coğrafyası bugünlerde yine üzgün.
İlk kıble, Selahaddin'in fethi, Yavuz'un emaneti yine kötü günler geçiriyor.
Bunlar bizim hislerimiz, lakin tarihi kayıtlar da yukarıda bahsettiğim gibi.
Konunun hamasetten uzak bir çerçevede tarihi boyutları ile dikkate alınarak ele alınıp, slogan içermeyen ve gerçekçi çözümlerle değerlendirilmesi taraftarıyım.
Tarihi kayıtlara bakarak bütün coğrafyaya düşman mı olalım? Tabii ki hayır. Zulme rıza göstermek de zulümdür sonuçta. Zalim ile mazlumun mücadelesinde safımız bellidir.
Demokrasi ve insan haklarından yoksun bu coğrafyada; devleti yönetenler ile milletlerin hayati birçok meselede aynı hisleri paylaşmalarını imkânsız görüyorum.
Tarihi kayıtlara bakarak bütün coğrafyaya düşman mı olalım? Tabii ki hayır. Zulme rıza göstermek de zulümdür sonuçta. Zalim ile mazlumun mücadelesinde safımız bellidir.
Demokrasi ve insan haklarından yoksun bu coğrafyada; devleti yönetenler ile milletlerin hayati birçok meselede aynı hisleri paylaşmalarını imkânsız görüyorum.
Arap devletlerinin çıkar ilişkilerine dayanan basit tarihi geçmişlerini, bütün Arap milletinin tarih anlayışıyla yargılayacak değilim.
Yazıyı kaleme alma sebeplerimden birisi; bölgedeki resmi devlet söylemleri ve yanlı propagandalarla kandırılmış, tarihi gerçek fikrinden uzak kitlelerin, Türk milletinin kadim geçmişini öğrenmeleri ve gerçeğin hakkını teslim etmeleridir.
Memleket dahilinde gerek bu hususta, gerekse başka hususlarda üstünkörü bilgileriyle fikir beyan ederek eylemde bulunan kimselerin de tarih ilminin hakiki şerbetini tatmaya ve gerçeklerle yüzleşmeye ihtiyaçları vardır.
Türk olmanın Müslüman olmakla eş karşılandığı Batı camiası karşısında bu konuda devletimizin süregelen resmi politikasının yanında ve destekçisi olmak gerekir kanaatindeyim.
Tarih mevzu bahis olunca Osmanlı İmparatorluğu'nun son yıllarından Cumhuriyet'e uzanan sancılı yılların baş kahramanı, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ü anmadan olmaz.
Atatürk; Trablusgarb, Bingazi, Derne, Tobruk gibi birçok Arap coğrafyasında vatan müdafaasında bulunmuştu.
Aynı zamanda I. Dünya Savaşı sürecinde Suriye-Filistin Cephesi'nde 7. Ordu Komutanlığı'na atanmış ve 26 Ekim 1918'de Katma Zaferi'ni elde ederek büyük bir bölgesel başarıya da imzasını atmıştı.
"Tarih zorlanmayı sevmeyen nazlı bir peridir, fikirleri tercih eder" sözünü yaşayarak tatbik eden Atatürk'ün tarih anlayışı, onun vizyoner liderliğine de şekil veren büyük bir unsurdu.
Birçok konuda tarihi mülahazalardan çıkardığı dersleri politikaya tatbik ederek ürettiği çözümler onun büyük bir lider olduğunu ispatladı. Asla romantik ve hayalperest değildi, hamasetten uzak ve gerçekçi bir politika taraftarıydı.
Tarih, hissiyatı kabul eder fakat J. J. Rousseau'nun ifade ettiği gibi “trajik hissiyat” ve “ütopik siyaset” birlikte karşımıza çıkar.
Yani trajik hissiyatların ütopik siyasetleri olur. O yüzdendir ki tarih ilmi milletlerin ilerlemesinde pozitif bilimler gibi yol göstericidir.
Yani trajik hissiyatların ütopik siyasetleri olur. O yüzdendir ki tarih ilmi milletlerin ilerlemesinde pozitif bilimler gibi yol göstericidir.
Aksi takdirde devlet ve millette “trajik hissiyat” oluşur. Bu da Kıbrıs ve Ermeni meseleleri gibi hayati meseleler dahil olmak üzere bu meselelerde gerçekçilikten uzak bir “ütopik siyaset” olarak karşımıza çıkabilir. Geri dönüşü zor hatta mümkün olmayan krizler oluşturabilir.
Tarihinden ders çıkaran bir millet geleceğe daha güvenle ilerler.
"Geçmişini hatırlamayan uluslar yok olmaya mahkûmdur."
Mustafa Kemal Atatürk
Sağlıcakla, hoşça kalın.
Her Türk gencinin okuması gerek. Kaleminize sağlık.
YanıtlaSil