Ana içeriğe atla

Kara Çalı




Bir çocuğun düşlerine inen apansız bir tokat gibi irkildi adam. Çocuk yüreğine fazlaydı bütün bunlar. Neler oluyor diye soramadan kendine bütün hayatı gözlerinin önünden bir film sahnesi gibi geçmeye başladı. Ona göre her zorluğu aşardı insan yeter ki gurbette olmasaydı. Şimdiye kadar başına gelen her sıkıntıyı geçmişinden güç alarak ve tecrübelerini kullanarak aşmayı başarmıştı. 

Şimdi de geçmişine bir yolculuk yapması gerektiğine inandı ve hep yaptığı gibi anavatanını yani çocukluğunu düşünmeye başladı. Bir esrar perdesi sardı bütün benliğini, şimdi çocukluk yıllarında, köyündeydi...

Dört mevsimin mütemadiyen yaşandığı yıllarda büyümüştü. Tek televizyon kanalının olduğu, sobalarda ithal kok kömürlerinin yakıldığı, radyolarda çalınan türkülere herkesin eşlik ettiği, köyün tek iletişim kaynağının bekçinin evindeki masa büyüklüğündeki telefon makinesiyle sağlandığı zamanlardı. 

Uçsuz bucaksız bozkırın orta yerindeki köylerinde ilkbaharda umutlarını yeşertip yazın harman eden, ekim ayında yeniden  buğday ve arpa ekerek tazelenen umutlarını toprağa diken garibanlar yaşardı. Köylerinde geçim böylelikle kazanılarak; zemheri, gücük ve karakış dedikleri kış aylarında genellikle evlerinde zaman geçirilir veya köy odalarında yarenlik edilerek muhabbetin beli kırılırdı.

Zamanın kanadına binerek çıktığı sihirli bir yolculuktaydı sanki. Köyünün yollarında gezinirken kerpiç damlı evinin önünde durdu ve avluda oturan babaannesine baktı. Bir hayalin içinde olduğu bilinciyle seneler önce ölen kadını izlemeye koyuldu.

'Oğlum' dedi kadın. Nasıl olurdu da seslenirdi ona babaannesi. 'Efendim babaanne' dedi sessizce. Evet karşılık da verebiliyordu. Aman yarabbi bu nasıl bir rüyaydı. O sırada çimdiklediği bacağında acı hissetti fakat rüya mı gerçek mi olduğunu bilemediği bu zamanın içinde bulmuştu kendini. Babaannesi ona sanki normal bir günmüş gibi bir yumuş buyurmuş, 'Aşağı çeşmeden iki ibrik su getir yavrum' demişti. 

Avludan kaptığı ibriklerle uçarcasına aşağı çeşmeye giderken arkadaşlarıyla selamlaşmış, akşam grup halinde oynanan bir çeşit saklambaç olan haral oynamak için sözleşmiş ve çeşmenin başına vardığında tıpkı eski günlerdeki gibi Deli Mehmet'i gördüğünde irkilmişti. Ama korkmasına gerek olmadığını da bilirdi.

Çünkü Mehmet, öğretmen okulundan mezun olacağı sene kara sevdaya tutulmuş ve akli dengesini yitirmiş bir meczuptu. Şimdiye kadar ona kötü söz söyleyen birkaç kadını çeşmenin havuzuna basması dışında da bir taşkınlığı yoktu.

Selam vererek ibriklerini doldurup evine doğru yola koyulduğunda namazgahta oynamaya devam eden arkadaşlarının yanına gitmek isteğiyle yanıp tutuşuyordu. Köylerinin ortasında birkaç çeşmenin akarıyla beslenen küçük bir göl vardı ve etrafı ulu söğüt ağaçlarıyla çevriliydi. 

Bu ağaçların ortasında köylülerin hem sohbet etmek hem de namaz kılmak için kullandıkları namazgah, onların da oyun alanlarından birisiydi. Çamur patlağı oynuyordu arkadaşları. Bu oyun gölün balçıklı çamurundan yaptıkları değişik şekildeki çamurları patlatarak ses çıkartmak maksadıyla oynanan bir oyundu. 

Onlara eşlik ederken gözü bir köşede sessizce oturan Muhittin Dayı'ya ilişti. İnce uzun sakallarını sıvazlayarak elindeki asasıyla yere çizgiler çekiyordu yaşlı adam. Kurtuluş Savaşı gazisi olan bu koca çınarla zamanında daha fazla sohbet etmediği için hep kendine kızardı ve şimdi o fırsatı bir daha yakalamıştı. 

Ellerindeki çamuru yıkayarak Muhittin Dayı'nın yanına doğru gitti. Selam vererek yanına oturduğunda yere çizdiği şekillerin ne anlama geldiğini sordu. Yaşlı adam çocuğun selamını alarak gözlerini asanın ucundan ayırmadan yavaş yavaş konuşmaya başladı. 'Oğul, hayatımız da bu çizgiler gibi bak hepsinin bir başı bir sonu var. Hayatımızın nerede başlayacağını bilebiliriz fakat nerede biteceğini bilemeyiz. Bazı çizgiler birbirinin üzerinden geçiyor görüyor musun? İşte bunlar hayatımıza girip çıkan insanların bizdeki izleri. Ben çok uzun yaşadım. Seferberlik, savaş, kıtlık gördüm. Ömrümün çoğunu bu bozkırda geçirdim. Her bir zorluğu aştım aşmasına ama her seferinde bir yoldaşa ihtiyacım oldu. Her ihtiyacım olduğunda anam, babam, kardeşlerim ve dostlarımı yanımda bularak yoluma devam ettim. Aha bu çizdiklerim benim hayatımın çizgileri işte. Aha şu çizgi Kurtuluş Savaşında bizim yan köylü Mehmet Çavuş. Şu anamla babamın çizgileri. Bunlar da diğerleri... Bak sen geldin yanıma şimdi bu küçük çizgi de şimdi seninle çizgimiz oldu.' Dedi. 

Sonra çocuğun gözlerine bakarak sözlerine devam etti. 'Hayatına aldığın her insan sende bazı izler bırakır, bunları doğru seçmelisin. Kiminle nereye kadar yol yürüyeceğin Allah'ın takdiri, fakat seni bilmeyenden yüreğini ve bilgini uzak tut. Gelip geçtiğimiz şu dünyada ahir ömrünü, aklını kullanarak kemale erdir. Zaman da Allah'ın kuludur yavrum. Kimin hangi zamandan hangi mekana geleceğini de Allah bilir...'

Muhittin Dayı'nın sözleri yüzüne inen ikinci tokat gibiydi. Sanki çocuk yüreğine fazla gelen hayat yükünü özetlemişti yaşlı bilge. Yere çizdiği basit çizgiler yoluyla ona altın değerinde öğütler vermişti. Birden çocukluk zamanında köyünde gezinirken sık sık ziyaret ettiği Kara Çalı aklına geldi. 

Muhittin Dayı'dan ve arkadaşlarından izin isteyerek Kara Çalı'nın yolunu tuttu. Yılan gibi kıvrılan yarı asfalt, yarı şose bir yolun kenarında Kurşunlu Dağı'na sırtını yaslamış duran yapayalnız bir ağaçtı Kara Çalı.

Etrafında hiçbir ağaç olmadığı için ağaca üzülürdü. Hem ağacın yalnızlığını paylaşmak hem de kendiyle baş başa zaman geçirmek için bazen bir kitapla ağacı ziyaret ederek ona kitap okur, bazen de sohbet ederdi. Bu ziyaret günlerinde kendini hep daha iyi hisseder, düşünmenin ve paylaşmanın verdiği hisle evine dönerdi. 

Zamanın kanadındaki bu tarifi imkansız günde Kara Çalı'ya gitmese olmazdı. Kendi yalnızlığından bir parça gibi duran bu ağaca ulaşması uzun sürmedi. Sıcak bir yaz gününün sonlarına doğru uzaktan Kara
 Çalı'yı gördüğünde içini bir heyecan kapladı.  Ağacın yanına vardığında eskisi gibi selam vererek ağacın kökünü ve dallarını sevdi. Gölgesine oturup uzun uzun başından geçenleri düşündü. 

Tam Kara Çalı ile dertleşmeye başlayacaktı ki kendine doğru yaklaşan Çoban Ali Rıza'yı gördü. Çobanın yanında sürüsü ve köpekleriyle birlikte eşeği de vardı. Eşeğin heybesindeki su kırbasını gördüğünde mutlu oldu çünkü çok susamıştı. Çoban yaklaşarak selam verdi. O da gölgede yerini aldı. Böylece çoban, Kara Çalı ve çocuk uçsuz bucaksız bozkırın ortasında kaderlerinin onlara çizdiği çizgide buluşmuş oldu. 

Çoban günlük meselelerden söz açarak başladığı sohbetini devam ettirirken çocuğun aklı bütün bunların ne anlama geldiğini yormakla meşguldü. Kader denilen başa gelenler bütününün içinde hapsolmuş olmanın verdiği boğulmuşluk hissiyle uğraşırken birdenbire aklına başına gelenlerin imkansızlığıyla birlikte, olaylardan çıkardığı dersler geldi. 

Babaannesinin verdiği iki ibriğe kara sevdanın meczup ettiği Deli Mehmet'ten korka korka su doldurmuş fakat susuzluğunu gideremeden kendini arkadaşlarının yanında bulmuştu. Bir piri faninin sohbetini çocukluk yıllarında çokça oynadığı oyuna değişerek  Muhittin Dayı'dan altın değerinde öğütler almış ve hayatındaki yaptığı hataları gözden geçirmişti. Çocukluğunun büyükçe bir parçası olarak gördüğü Kara Çalı'nın altında ise kısmeti ayağına gelmiş, suyunu içmiş hatta Çoban Ali Rıza'nın ona verdiği azıkla da karnını doyurmaya başlamıştı. 

İşte hayat da böyleydi. Nerde başlayıp nerde biteceğini bilmediğimiz bir çizgide doğruca yürümek, çocukça hislerle doldurduğumuz yüreğimizi kirletmeden ve hiç bir şeye fazlaca anlam yüklemeden geçirilmesi gereken bir zamandı. 

Yalnızlığı, gerekirse bir ağaçla bile paylaşırken dostluğu bazılarından esirgemek gereğinin verdiği acı bir tat gibiydi. 

Kesişen çizgilerin verdiği haz ve mutluluklarla acıların raksı gibi bir şeydi hayat. 

Bir çeşmeden su, bir piri faniden nasihat, kaybedilmiş bir büyükten özlem dolu bir sesleniş ve  çocukluk çağlarından şimdilere kadar biriktirilen iyi kötü hatıraların hasadını yaparak gelip geçecektik hepsi hepsi...

Kara Çalı'nın gölgesinde daldığı uykudan uyandığında yaşadıklarının gerçek mi yoksa bir rüya mı olduğunu fark edemedi. Ali Rıza'nın yanından uzaklaşmasını izlerken çobanın ona  bıraktığı içi su dolu bardağı tuttuğunda ellerindeki çamuru fark etti...

Yorumlar

Blogdaki Popüler Yayınlar

Bilim : Sanat : Toplum :

Toplumun Gelişmesinde; Bilim mi Sanat mı Daha Önemli ? Jean Jacques Rousseau tarafından 1750 yılında yazılan ''Bilimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk/Söylev'' kitabındaki yazarın görüşü, az sonra okuyacağınız satırlardaki şahsi görüşlerime tam olarak uyuşmuyor diyebilirim. Toplumların gelişmesinde bilim ve sanat konularının rollerini eğer merak ediyorsanız hep birlikte merakımızı giderelim, ne dersiniz? Rousseau kitabında; bilimin ve sanatın insanları boş uğraşlara yönelttiğini ve erdem kavramını bitirdiğini söylüyor. Bilimin artması ve sanatın çoğalmasıyla yöneticilerin, askerlerin erdemlerini yitirmesi ve ahlaklarının bozulmasına sebep olduğunu anlatıyor.  Bu yüzden bozgun ve yenilgilere uğranıldığından bahsediyor. Hatta bir yerde ''…bize birçok bilim öğrettiniz, yüksek bilgilere ulaştırdınız; ama bütün bunların hiçbirini bize öğretmemiş olsaydınız yeryüzünde daha az mı kalabalık olacaktık?  Daha kötü mü yönetilecektik? Daha az güçlü, daha az sağlıklı, daha

Ruhunuzun bir tarafı, bırakınız 'Çocuk' kalsın !

' A nnesi gül koklasa, ağzı gül kokar' diye özetlese de şair, biz  anlatalım istedik. 'Çocuk' konusunu...                                                            ' Masum ' kimdir deseler, hemen aklımıza ilk olarak 'çocuk' gelir, öyle değil mi?  Tabii ki öyledir. Tüm çocuklar masumdur çünkü. Asya'dan Afrika'ya kadar dünyanın her köşesindeki çocuk kalbi olabildiğince masum çarpar.  Peki çocuğun minicik kalbine sığdırdığı dünyalar kadar masumiyet   neler oluyor da çocuk  büyürken  azalıyor dersiniz?  Neler oluyor da dünyada olabildiğince kötü insanlar, bunca masum çocuk varken hala kötü kalabiliyor? Bu soruların muhtelif cevapları olsa da bizim ortak bir temennimiz vardır. Bir çocuk büyürken, beyni ve kalbindeki masumiyet azalmamalı, aynı zamanda içindeki küçücük çocuğa ait ruh, hep biraz çocuk kalmalıdır.👍  Yoksa etrafındaki acımasız dünyada ne kendisine yapılan haksızlıkları unutabilir. Ne de hataları ve ihanetleri atlatabilir.... Sabah se
EŞ ZAMANLI İNTERAKTİF UYGULAMALAR PROJESİ  “ VÜCUDUN SENİNDİR ONU KORU ” “ SANAL ÂLEMDE GERÇEK GÜVENLİK ” PROJELERİ ÖRNEKLEMİ İLE ANLATIMI 2017-MERSİN Proje Koordinatörü: Ahmet YALKIN / Mezitli İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü Şube Müdürü MEZİTLİ İLÇE MİLLİ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ STRATEJİ GELİŞTİRME BİRİMİ PROJE GEÇMİŞİ ( 2015-2017) 1. Vücudun Senindir Onu Koru Projesi ( Mersin ili geneli / 360000 Öğrenci ve Öğrencilerin Velileri) 2. Sanal Âlemde Gerçek Güvenlik Projesi ( Mersin ili geneli / 360000 Öğrenci ve Öğrencilerin Velileri) 3. Mezitli – Eğitim Liderleri Akademisi ( Cumhurbaşkanlığı Protokol Eski Uzmanı / İhsan ATAÖV’ün katılımlarıyla  / İl genelindeki eğitim yöneticilerine ) 4. 2015 KA101 AB Projesi –( Kaynaştırma Öğrencilerine Yönelik /125000 € Hibe Bütçeli ) 5. 2016 KA101 AB Projesi – (Mültecilere Yönelik / 88512 € Hibe Bütçeli ) 6. 2017 KA101 AB Projesi –( Ortaöğretim Kurumlarında Erken Okul Ter